İkinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’de çok partili yaşama geçiş sürecini iç ve dış etkenleri Nelerdir ?
Osmanlı’da asıl olarak Tanzimat’la birlikte başladığı söylenebilecek olan değişim ve dönüşüm süreci, Cumhuriyet dönemine kadar devam etmiş, Cumhuriyetle birlikte daha köklü bir değişim projesi uygulanmaya başlanmıştır. Bu dönemde, geleneksel yapı ve kurumların kaldırılarak, yerine batı tarzı yapı ve kurumların yerleştirilmesi daha devrimci bir tarzda olmuştur.
Çok partili demokratik hayatın kurumsallaşması da inişli-çıkışlı ve toplumsal gelişmenin gidişatına paralel bir şekilde gerçekleşmiştir. Cumhuriyet döneminde, milli egemenlik ilkesinin her ne kadar siyasal sistemin temeline yerleştirilmesi radikal bir değişiklik olsa da, çok partili bir siyasal hayatın uygulanması uzun yıllar pek mümkün olmamıştır. Ülkede köklü değişiklikler gerçekleştirmeyi kendine amaç edinmiş tek parti yönetiminin, istediği değişiklikleri “halk için, halka rağmen” anlayışı ile gerçekleştirdiği söylenilebilir. Toplumsal desteği olmayan reformların demokratik bir ortamda gerçekleşmesi mümkün görünmemekteydi.
II. Meşrutiyet döneminde bir müddet devam eden çok partili siyasi hayat süreci, Cumhuriyetin kurulmasına müteakip, 1945 yılına kadar 2 muhalefet partisi girişimi ile yeniden oluşturulmak istenmiş, ancak dönemin siyasi koşulları bu teşebbüslerin kalıcı olmasına izin vermemiştir. Bunlardan, Cumhuriyet dönemindeki ilk çok partili hayat girişimi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek kapatılmıştır. İkinci çok partili hayat denemesi olan Serbest Fırka deneyimi de kısa süreli olmuş ve partinin kurucusu Fethi Okyar partiyi feshetmiştir. Bu muhalefet girişiminden sonra, ülke 1945 yılına gelene kadar tek partinin yönetiminde idare edilmiştir. CHP’nin yapmış olduğu uygulama ve düzenlemelerden hoşnutsuzluğunun özellikle II Dünya Savaşı yıllarında had safhaya çıktığı görülmektedir. Genel bir ifadeyle savaş boyunca uygulanan, katı ekonomi ve vergi politikaları toplumu olumsuz yönde etkilemiştir. Bunlara, anayasaya aykırı olan birtakım kanunların (Milli Korunma Kanunu gibi) çıkarılması ve keyfi bir şekilde uygulanması da eklendiğinde, halkın giderek hükümetten uzaklaştığı ve siyasal sisteme yabancılaşmaya başladığı söylenilebilir. Tüm bunlar, önemli birer meşruiyet aşınması göstergeleri olarak değerlendirilebilir ve dönemin siyasi kadrolarını daha demokratik bir idareye doğru iten önemli bir iç faktör konumunda olmuşlardır.
İç ve dış faktörlerin etkisiyle Türkiye’de çok partili siyasi hayatın yolu açılmıştır. CHP içinden çıkan bir muhalif grup tarihe “Dörtlü Takrir” olarak geçecek olan bir önergeyi parti grubuna vererek, partiden ipleri koparmış, önergeyi veren milletvekilleri partiden ihraç edilmiştir. Bu gelişme, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti'nin (DP) kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Demokrat Partinin kurulmasından önce Milli Kalkınma Partisi (5 Eylül 1945) kurulmuştu ve siyasal süreçte yer almasına dönemin yönetimince izin verilmişti. Ancak, Demokrat Parti kalıcı, kurumsallaşan ve etki gücü yüksek bir muhalefet partisi olduğu için, Türk siyasi literatüründe gerçek anlamda çok partili hayata geçiş, bu partinin siyasi hayata girmesiyle başlatılmaktadır. 1946 yılında çok partili demokratik hayata geçilmesi ve 1950 yılındaki seçimlerde iktidarın, halkın oyuyla el değiştirmesiyle başlayan süreç, çevrenin de siyasal iktidara ortak olmaya başlaması süreci olarak değerlendirilebilir. Ancak bu olumlu gelişmenin, Türk demokrasisinin önündeki engelleri tam anlamıyla ortadan kaldırdığı söylenemez.
Çok partili hayata geçildikten sonra, demokrasisinin bir türlü kurumsallaşamaması, Türk siyasi hayatının en önemli sorunu olarak öne çıkmaktadır. Bu durumun en önde gelen faktörü olarak, demokratik gelişmede, içeriden gelen demokratik taleplerin değil, dış koşulların büyük oranda etkili olması gösterilebilir. Türk siyasal kültüründe, muhalefete karşı hoşgörüsüzlük, ülkenin sürekli tehdit edildiği inancı, halkın kendisini yönetmekten çok, yönetilmeye ihtiyacı olduğu düşünceleri ve vizyon sahibi liderlerin pek yetişmemesi gibi hususlar hakim olan özellik ve eğilimlerdir. Demokrasinin kurumsallaşamamasında bu özellik ve eğilimlerin de etkisi olduğu belirtilebilir. Demokrasinin kurumsallaşamaması sebebiyle, belli periyotlarla demokrasiye müdahaleler gerçekleştirilmiş, yapılan her bir müdahale Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşması ve pekişmesini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu değerlendirmeye dayanacak olan ilk örnek şüphesiz ki, 1946–50 periyodunda DP ve CHP arasında yaşanan muhalefet ve iktidar ilişkileridir. 1946–50 ve ardından 1950–60 periyotları da göz önüne alındığında, 1946’da çok partili hayata geçişle ülkede başlayan demokrasi sürecinin Türk siyasi kültürüne ait yukarıda belirtilen hususların etkisiyle çok tatsız hadiselerle dolu bir seyir izleyerek günümüze kadar ulaşması çok da şaşırtıcı olmamaktadır.
Demokrasinin içselleştirilememesi ve kurumsallaştırılmaması sorununun, katılımcı demokrasi anlayışının tam anlamıyla hayata geçirilmesi, sivil toplum ve sivil toplum kuruluşlarına gereken önem verilerek, halkın yönetim sürecine aktif katılımının sağlanmasıyla çözülebileceği veya en azından olumlu yönde bir siyasal gelişme sağlayabileceği söylenebilir. Bununla birlikte, farklılıkların bir çatışma unsuru olarak değil, bir uzlaşma unsuru olarak kabul edilmesi önemli bir gerekliliktir. Ayrıca, halkın seçtiği temsilcilerden oluşan yasama organının güçlendirilerek, yetkilerinin artırılması, demokrasiye yapılan müdahaleleri önlemede büyük rol oynayabilir. Tüm bunlarca biçimlendirilen, bir siyasal kültürün oluşmasıyla, Türk demokrasisinin kurumsallaşma ve pekiştirme noktalarında, önemli mesafeler kat edeceği söylenebilir. Esas olarak, Avrupa Birliği sürecinin son on beş yılındaki hamlelerle mevzuat anlamında, demokratik standartların oldukça yükseldiği söylenilebilecek olan Türkiye’nin böyle bir siyasal kültür oluşumuyla, başta Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerine örnek olmak üzere, önemli bir demokrasi modeli de olabileceği ifade edilebilir.